Kayıtlar

2016 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

CY TWOMBLY / ANLAYANLARA

Resim
BEN BİR ŞEY ANLAMADIM AMA, GALİBA ÇOK BÜYÜK BİR RESSAM BU CY TWOMBLY! Bu tuvale bakan üç bayandan biri söylüyordu, ötekiler de dinlediğimi görüp bana baktılar. Fonda acele boyanmış sarı renk üstüne tüpten çıktığı gibi bir kırmızı sanki fırçayla karalanmış gibi; hiç bir kompleks gütmeden. -Öyle düşünüyorlar; peki sizin görüşünüz önemli değil mi? sorum onları şaşırtmıştı, bir yanıt gelmedi! - ..bu müzede sergilendiğine göre sizin beğeninize sunuluyor.. tamam ben söylüyorum ne düşündüğümü; bence hiç bir şey değil, belki can sıkıntısının dışa vurumu! Birden rahatladılar, daha genç olan bayan, en uçtaki büyük boyut kağıt üstüne renkli kalemle karalamayı gösterdi; - o kadar karalamış ki az kalsın kağıdı yırtacakmış gibi.. - O desen önemli bir kolleksiyondan geliyor; galiba 4.5 milyon dolar ödemişler o zaman! Gülerek selamladım bayanları. Centre Pompidou’da büyük bir retrospektifle karşımızda. 140 tuval, tüm dönemlerini içeren bu sergiden çıktığınızda, kafanızdaki boşlukla s

MOR ÖTESİ DOSTLUKLAR

Resim
UTKU VARLIK / peinture Blog' da daha önce yayınladığım bu yazıyı tekrar güncellemem; belki yaşımın beni götürdüğü bu kıyılarda, varololuşumuzun bir yerde sığlaştığını, farkında olmadığımız bir yalnızlık duygusunu sezdiğimden olacak. Dostluklar her gün beraber olmak değil; onları anımsadığınızda içinizden hızlıca geçen bir mutluluk, bir güvence, eski masalarda unutulmuş güzel anılar! Bu ay Bozlu Art Project' de açtığım sergi öncesi, katalog ve basına ulaşacak sergi içeriğiyle ilgili konuşmamızda Özlem İnay, anlatımdaki bir cümlenin altını çizdi; bu söz yaşantımdaki geri dönüşlerdeki bir hayal için söylediğim: " resmi özlediğimiz yıllar " olarak, 60 lı yıllara bir göndermeydi; dostluklarımız da o kadar özgündü o yıllar; parasızdık ama umut doluyduk, yalnızdık ama birbirimizi kollardık, Güzel sanatlar Akademisi ve hocalarımız da bir güvenceydi; yani " bir genç ressam olarak sanatçının portresi", odak noktamız sanattı, söylemek istediğim. Bu kez  geldiğim

OXYMORE/SEZON

Resim
Tanınmış bir müzayede evi, verdiği ilanda “müzayede sezonunun” açıldığını muştalıyordu; oysa aynı günlerde Contemporary İstanbul fuarı da bitmek üzereydi. Şaşırdım, ne akıl almaz bir iştah, ne yi göstermek istiyorsunuz, tekrar tekrar ne yi pazarlıyacaksınız? Varoluşlarında iğreti duranlar, lüks kataloglarında, pırıltılı Internet sayfalarında, bu sezon piyasaya sürecekleri başeserleri kendi “virtuel” kolleksiyonerlerine “emri-vaki/fait accompli” sunarken, yine aynı ressamlar öteki müzayede evlerinin satışlarında, çok değişik değerlendirmelerle; ibrikler, sürahiler, el yazması panolar, tesbihlerle karışık, oryantalist suluboyalar ve de meçhul Ermeni ressamların “nocturn” İstanbul peyzajlarıyla bu oyunun içindeler. Daha dün bir sergiden aldığını bir müzayedeye koyup, o sanatcıya ve galeriye saygı duymayanlar , elden ele dolaşıp, ipi pazara çıkan tablolar, ressamlar! Unutmayalım yaşamak için müzayedelere ısmarlama resim yapanlar da çoğunlukta; yaşamak kolay değil! Bilemediniz otuz re

OXYMORE/MİGREN

Resim
OXYMORE/MİGREN Geçen hafta Paris’den İstanbul’a geliyorum. 46 yıldır bu gidiş gelişler, artık uzakla yakını iyice ters yüz etti; artık uzak ve nostalji yok, anladık.Son bir kaç ay’a kadar, uçağa girerken kapının önündeki gazetelere saldırılır, gazete tomarlarının içinde nezaket için konmuş “okunabilecek gazeteler” aranırdı;  ama yönetimin dağıtımına saygı duymak şartıyla; örneğin yüz adet Hürriyet, Milliyet vs. , on tane Cumhuriyet ama giderek ikiye düşmüştü. Bu kez tanımadığım bir sürü gazeteye  bakarken, Aydınlık gazetesini buldum, neyse; içinde o günlerde başlayan “Contemporary İstanbul” üstüne bir sayfa ayrılmıştı. İçinde fuarı organize edenlerin övgüleri ki bu “ nemene sanat “ kendi varoluşlarına da yakışıyordu. Süse ve takıya dönüşen dış kompleksli bu fuarın “CI program direktörü: Marcus Graf; Collectors’ Stories’de “..uluslararası platformda çağdaş sanatla ilgili vs. laflar ederken şaşırtıcı ve ne büyük bir kompleksin sonucu para çekmek için yapılan bu “manupulation”lardan son

NİYAZİ

Güzel Sanatlar Akademisi’de okumak bir şanstı o yıllar. İhtilal sonrası ılık esen özgürlük, kültür ortamını da hemen etkilemişti; yabancı ülkelerin kültür etkinliklerinin yolu Akademi’den geçiyordu; konserler, sergiler, konkurlar ve de kurduğumuz sinema kulubü, bizi sanatın çekim alanına sokmuştu, kendimizi sanatçı olarak görüyorduk. Unutmayalım bizden önceki kuşakların yaşadığı aynı ortama, aynı hocalara düşmüştük; sonuçta son on yılını yaşadığımız bir “biospher” oldu ve de kimse kopamadı. Bugün bile anılarımızı çakıştığı kutsal bir mekandır Akademi. Öğrencilerin çoğu anadoludan gelirdi ama o yıllar bugün yaşadığımız parodoks yoktu taşraya özgü. Genellikle Akademi mezunu resim oğretmenleri yönlendirirdi yetenekli gördükleri öğrencilerini, sanata ya da Akademi’ye, yoksa kimin haberi olacak bu okuldan. Nereden gelirse gelsin, kısa bir süre sonra sanat ortamının rahatlığında, sanatçı olmanın kalıplarına uyar, onun kabuğuna girerdi. Ünlü ressamlara özenti, bohem yaşama; kendinini biraz

FOTOĞRAF

Resim
Enstitünün resim bölümü sınavında model, figür olarak bitişikteki alaydan gönderilen bir askerdi, elinde silahla poz verdi; natürmort’a gelince bu kez askerin eline silah yerine bir çiçek buketi iliştirmişlerdi. 12 eylül dönemi, aylardan nisan, Göztepe kampüsü. Burası Göztepe Sosyal Hastahanesinin yanında, eski yıllarda  Sultan dördüncü  Murat’ın av sahası, doğa olarak o yıllar daha kentleşmemiş, daha ötelere hayalinizi iletirseniz tepelerin yamacında minyatüre özgü bir doğa coşkunluğu, kendini nemene yapılmış boş büyük hangarlara, beton binalara bırakır.12 eylülde Trakya’dan Kırkbeşinci Piyade Alayı bu boş binalara yerleştirilmişti.Eski Eğitim Enstitü'sünün yerinde bir basket sahası, yemekhane’ den geçip okulun atölyelerine gelirsiniz. Enstitü'nün resim bölümünü iyi bir dereceyle başarmıştı; şimdi yaşama zorunlulukları; para sorunları, eğitimin gerektirdiği malzemeyi edinmek, en ucuzundan kantinde yemek içmek, yolsuzluğunu fazla dışa göstermeden kotarmak gerekiyordu.

MAZLUM

Sigara içmeye başlamıştım,  sabah erken kaçak olarak kaldığım Kadırga Öğrenci Yurdu’ndan çaktırmadan çıkıp, meydandaki bayiden Birinci sigarasını aldıktan sonra, çınar ağaçlarının gölgelediği Muhtalip’in kahvesinde oturmak, zorunlu olarak yazıldığım Laleli Yüksek Matematik fakültesindeki dersin saatini beklemekti. Askeri darbenin bitmez tükenmez yankıları, askeri marşlar; “..olur mu bu böyle olur mu..! “ , ne büyük bir ülke olduğumuz ve de demokrasi saptırılmaz, daha neler; çıldırmak üzereyim. O zaman depresyon ve burne-up gibi yıkıntılardan haberimiz yoktu; tam içindeymişim ve çamura saplanmışım, bugün yaptığım analiz sonucu! Üstüne parasızlık da başka bir idea-fixe oluşturmuştu, ne Lambo’ya ne de sahhaflara  kadar çıkacak param yoktu, açıkca tükenmek üzereyim! Bazen tren yolunu geçip denize bakmak belki dinlendirirdi. Başıbozuk bir deniz kıyısının kendine bırakılmışlığı, kıyı köpekleri, kendi halinde terkedilmiş bir kaç tekne ve çöplerin ötesinde sanki denizle gök arasında asılı kalm

OXYMORE / KİLİNK

Resim
Berna’yla sevişiyoruz bir öğle öncesi. Erken içilen beyaz şarap mı, ılık güneşli bir gün mü, karşıdan Ayazma’dan Arnavutköy’ün üstlerine uzanan yeşillik mi, ötede Boğaz’ın tarifsiz maviliği mi; seviştiğimiz arka odaya kadar uzanan bu mutluluğun nedeni? Bazen şaşırtır insanı, peki nedir insanı yaşamaya çağıran bu esrik mutluluk? Tarifsiz bir doğaya açılımıyla, bugün düşünülemiyecek, üç kuruşa tuttuğumuz bu küçük evi bir kaç yıl sakladık; yalının trafiğinden kaçıp, kızlarımızla geldiğimiz saklı bir mekandı. Vadinin üstünde, Ayazma’nın karşı yamacındaydı. Daha yukarılara uzanan tek yolun bir aşağısındaydı, yani seviştiğimiz arka odanın tek penceresi arada basık bir duvar olmasa yolun içinde olacaktı. Boğaz tepelerinin işgale uğradığı yıllar! Asker kaçağı olduğumu, tüm Avrupa projelerimin yıkıldığını öğrendiğimden bu yana yaşantım da çığrından çıkmıştı; anlamsız yaptıklarımdan biri de kendime absürt duygu alanları yaratmak, iki yıl yapacağım askerliğin verdiği “vertige” le Berna’yla nişa

OXYMORE/ ZIGGURAD

Resim
Babil kulesi Roby Zober sonuçta kendinle hesaplaştı;  -bellekle huzura varmak, yaşanmış güzel şeyleri tekrar çizmek kafasında, bu her zaman başvurulacak bir çıkış yolu değildir, yoksa "angut" olur insan; sen hep geçmişle yaşıyorsun, eğer yaşadığın şu an'ı değerlendiremiyorsan, niye bu yola çıktın? - Ama bir otoyol var; duyusal bir ilintinin sizi, belleğin en ıssız kıyılarına götürüp getiren diye yanıtladım. Roby -Tekrar söylüyorum; gerçek neredeyse sen de orada olacaksın., istesen istemesen!- Evet ama bu dağ başında iki saattir bir araba bekliyorum, beklemek hangi boyutta olursa olsun, tinsel  çağrışımlar yaratır! Hep gözüm arkada; Akademi'deki doslarımı düşünüyorum; - ..şu saat.. şimdi Şükrü'de demleniyorlardır, Kürt Neco para bekliyordu, sonra Balık Pazarına çıkarlar akşam'a doğru, kızlarla...! Beni Belgrad'dan kamyonuna alan proloter şöför, ne bileyim 50 km. sonra  motor garip sesler çıkarınca, kamyonu kenara çekti ve bana yürüyerek devam ed